...
Show More
‘Saatler’ okumadan önce, hakkında çok az şey bildiğim bir romandı. Kitapta birbirine paralel üç kadının öyküsü anlatıldığını ve bu kadınlardan birinin Virgina Woolf olduğunu biliyordum. Romanın yazarına Pen ve Pulitzer gibi iki ödülü kazandırdığını biliyordum ve bir de Stephen Daldry tarafından çekilmiş uyarlama bir filmi olduğundan haberdardım. Bütün hâkimiyetim bu kadardı ve hiç daha fazlasını merak etmemiştim. Filmi defalarca önüme gelmiş olmasına ve bünyesinde çok sevdiğim iki oyuncuyu (Nicole Kidman ve Merly Streep) barındırmasına rağmen izlememiş olmam da, bir sebeple ‘Saatler’e sebepsiz bir gıcıklık beslediğimi gösteriyor :) O yüzden bu beklenmedik okuma, bana başlangıçta külfet gibi gelse de; ülfetle birlikte memnun olduğumu söyleyebilirim. Şimdi gönül rahatlığıyla filmini izleyebilirim.
Diğer yandan bu kitabı henüz okumamış olanlar için bir şeyi belirtmek istiyorum: Henüz Virginia Woolf’un “Mrs. Dolloway” isimli romanını okumadıysanız; bu romanı okumanızı tavsiye etmem. Zira eser, Virginia Woolf’u kitabının ana karakterlerinden bir tanesi yapmakla kalmıyor, onun en önemli eserlerinden bir tanesi olan “Mrs. Dolloway”in örgüsünü, kitapta anlatılan hikâyenin zemini olarak kullanıyor. Hatta kitabı okuyacaklara spoiler olmasını istemem ama Cunningham, yarattığı karakterlerle Woolf’un eserindeki karakterlerin bir yansımasını ortaya koyuyor. Ve bu öyle bir yansıma ki kaderleri ve yaşamlarını da Woolf’un karakteriyle neredeyse birebir sonlanıyor. O yüzden öncelikle “Mrs.Dolloway” okuması yapmanız, eserden alacaklarınızı kat be kat arttıracaktır, söylemek isterim. Diğer yandan ben bu bilgiden mahrum yaptım okumamı. Ancak seneler önce, lise çağlarındayken “Mrs. Dolloway”i gençliğimin huzurunda özensizce okuyup, ezmiştim. O senelerden gelen Dolloway, Bradshaw, Evans, Septimus anımsamaları bana oldukça yardımcı oldu. Keşke o kitabı daha yakın bir zamanda okusaydım diye hayıflanmadım da değil elbette.
Romanda üç tane kadın karakter var: Virginia, Laura ve Clarissa. Bu kadınlar ayrı zamanlarda ve farklı koşullarda yaşamaya çalışan kadınlar. Bu yaşama uğraşını çok kavgalı şekilde veren üç kadının belli ortak özellikleri var tabi. İç çatışmaları zaman zaman birbirlerine çok yaklaşıyor ve hikâye gücünü buradan alıyor. Onların beyinlerindeki çelişkiler –tıpkı Virginia Woolf’un ustası olduğu- bilinç akışı tekniğiyle okuyucuya gösteriliyor. Yazarın gösterme biçiminde hep bir sır perdesi var ama. Hayatlar arasında bir bağın nasıl kurulacağına dair özellikle tasarlanmış bir gizlilik durumu. Nedense ben hikâyelerin hiçbir şekilde birbirine bağlanmayacağını düşündüğümden böyle bir beklenti içinde okumadım. Benim için Virginia Woolf’un öyküsü dışındaki diğer iki öykü, Woolf’un hayaletinin dokunduğu kadınları barındıran, tek ortak noktasının bu olduğuna inandığım hayatlara aitti. O yüzden hikâyeler Mrs. Dolloway nezdinde düğümlenip yek olunca, ekstra etkilendim. Kitabın son elli sayfası su gibi aktı gitti ve beni “Mrs.Dolloway”i okuduğum zamanlara götürdü. Hatta bir ara internete girip, aceleyle “Mrs.Dolloway” ile ilgili hatırlama yapmamı sağlayacak sayfalara yöneltti.
Kitabın ismi ise hoş bir oyuna gönderme: Saatlerin prangaladığı insan. Özellikle Laura’nın evdeki banyo dolabını açıp, rutin ilacını aldıktan sonra, bütün kutuyu içme arzusuyla savaşımı beni çok etkiledi. Hayatın monotonluğunda bizi ölüme yaklaştıran da, bizi o yaklaşma içindeyken bir bıçak gibi en uzağa savuran da bir sürü ayrıntı var. Yazar bunların hepsinin altını çizmemiş ama birkaç örnekle o anların hepsine bir selam vermiş. Kitabın sonuna geldiğimizde, aynı Laura’nın bambaşka bir amaçla hazırlanmış olmasına rağmen; yine de o sofraya o şekilde konuk olabilmesi de ancak hayatın kendi munzur ve zalim oyununu gösteriyor. Bu tarz bağlantılar beni çok etkiledi işte. Büyük spoilerlar vererek, kitabı okumadan, bu yorumu okuyanları bozguna uğratmak istemediğimden konusuyla ilgili daha fazla bir şey söylemek istemiyorum.
Onun dışında kitapla ilgili en dikkat çekici özelliklerden bir tanesi ise; cinsel rollerin birbiri içine geçmiş bir şekilde ele alınmış olması ve asla marjinal ya da aktivist bir söylem oluşturulmamış olması. Tıpkı Virginia’nın hayatındaki ve romanlarındaki gibi. Bunun bilinçli bir çaba olduğunu zannettiğimden, bu da çok hoşuma gitti.
Özetle ben beğendim. Şimdi sıra filminde. Merak edenlere tavsiye ederim.
Diğer yandan bu kitabı henüz okumamış olanlar için bir şeyi belirtmek istiyorum: Henüz Virginia Woolf’un “Mrs. Dolloway” isimli romanını okumadıysanız; bu romanı okumanızı tavsiye etmem. Zira eser, Virginia Woolf’u kitabının ana karakterlerinden bir tanesi yapmakla kalmıyor, onun en önemli eserlerinden bir tanesi olan “Mrs. Dolloway”in örgüsünü, kitapta anlatılan hikâyenin zemini olarak kullanıyor. Hatta kitabı okuyacaklara spoiler olmasını istemem ama Cunningham, yarattığı karakterlerle Woolf’un eserindeki karakterlerin bir yansımasını ortaya koyuyor. Ve bu öyle bir yansıma ki kaderleri ve yaşamlarını da Woolf’un karakteriyle neredeyse birebir sonlanıyor. O yüzden öncelikle “Mrs.Dolloway” okuması yapmanız, eserden alacaklarınızı kat be kat arttıracaktır, söylemek isterim. Diğer yandan ben bu bilgiden mahrum yaptım okumamı. Ancak seneler önce, lise çağlarındayken “Mrs. Dolloway”i gençliğimin huzurunda özensizce okuyup, ezmiştim. O senelerden gelen Dolloway, Bradshaw, Evans, Septimus anımsamaları bana oldukça yardımcı oldu. Keşke o kitabı daha yakın bir zamanda okusaydım diye hayıflanmadım da değil elbette.
Romanda üç tane kadın karakter var: Virginia, Laura ve Clarissa. Bu kadınlar ayrı zamanlarda ve farklı koşullarda yaşamaya çalışan kadınlar. Bu yaşama uğraşını çok kavgalı şekilde veren üç kadının belli ortak özellikleri var tabi. İç çatışmaları zaman zaman birbirlerine çok yaklaşıyor ve hikâye gücünü buradan alıyor. Onların beyinlerindeki çelişkiler –tıpkı Virginia Woolf’un ustası olduğu- bilinç akışı tekniğiyle okuyucuya gösteriliyor. Yazarın gösterme biçiminde hep bir sır perdesi var ama. Hayatlar arasında bir bağın nasıl kurulacağına dair özellikle tasarlanmış bir gizlilik durumu. Nedense ben hikâyelerin hiçbir şekilde birbirine bağlanmayacağını düşündüğümden böyle bir beklenti içinde okumadım. Benim için Virginia Woolf’un öyküsü dışındaki diğer iki öykü, Woolf’un hayaletinin dokunduğu kadınları barındıran, tek ortak noktasının bu olduğuna inandığım hayatlara aitti. O yüzden hikâyeler Mrs. Dolloway nezdinde düğümlenip yek olunca, ekstra etkilendim. Kitabın son elli sayfası su gibi aktı gitti ve beni “Mrs.Dolloway”i okuduğum zamanlara götürdü. Hatta bir ara internete girip, aceleyle “Mrs.Dolloway” ile ilgili hatırlama yapmamı sağlayacak sayfalara yöneltti.
Kitabın ismi ise hoş bir oyuna gönderme: Saatlerin prangaladığı insan. Özellikle Laura’nın evdeki banyo dolabını açıp, rutin ilacını aldıktan sonra, bütün kutuyu içme arzusuyla savaşımı beni çok etkiledi. Hayatın monotonluğunda bizi ölüme yaklaştıran da, bizi o yaklaşma içindeyken bir bıçak gibi en uzağa savuran da bir sürü ayrıntı var. Yazar bunların hepsinin altını çizmemiş ama birkaç örnekle o anların hepsine bir selam vermiş. Kitabın sonuna geldiğimizde, aynı Laura’nın bambaşka bir amaçla hazırlanmış olmasına rağmen; yine de o sofraya o şekilde konuk olabilmesi de ancak hayatın kendi munzur ve zalim oyununu gösteriyor. Bu tarz bağlantılar beni çok etkiledi işte. Büyük spoilerlar vererek, kitabı okumadan, bu yorumu okuyanları bozguna uğratmak istemediğimden konusuyla ilgili daha fazla bir şey söylemek istemiyorum.
Onun dışında kitapla ilgili en dikkat çekici özelliklerden bir tanesi ise; cinsel rollerin birbiri içine geçmiş bir şekilde ele alınmış olması ve asla marjinal ya da aktivist bir söylem oluşturulmamış olması. Tıpkı Virginia’nın hayatındaki ve romanlarındaki gibi. Bunun bilinçli bir çaba olduğunu zannettiğimden, bu da çok hoşuma gitti.
Özetle ben beğendim. Şimdi sıra filminde. Merak edenlere tavsiye ederim.