...
Show More
"Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti."
İşte o kitabın adı Hayatın Kaynağı. Hani şu hiçbir yerde bulunamayan, baskısı olmayan, bir türlü okuma şansına erişilemeyen o kitap... Sizin de okuduktan sonra hayatınızı değiştiren bu tür kitaplar var mı?
Bu kitabın yeteri kadar abartılmadığını ve yorumlanmadığını düşündüğüm için geçmiş mesleği mimarlık olan biri tarafından incelenmesi gerektiğini düşündüm ve işte buradayım. Bu kitabın baskısını şehrinizde aradınız ve bulamadınız mı? O zaman şehrinizi iyice gezmemişsiniz ve tanımamışsınız demektir. Bu kitabın baskısını ülkenizde aradınız ve bulamadınız mı? O zaman ülkenizi iyice gezmemişsiniz ve tanımamışsınız demektir. Bu kitabın baskısını dünyanızda aradınız ve bulamadınız mı? O zaman dünyanızı iyice gezmemişsiniz ve tanımamışsınız demektir. Bu kitap da zaten onu dünyanın her noktasında arama çabasına girişip de bulmayı arzulayacak kişilerin okumayı hak ettiği bir kitap olacaktır.
Bu kitabı anca mimarlık okuyan öğrenciler ya da mimarlık mesleğinin içinde bir şekilde bulunanlar en iyi şekilde içselleştirebilir. Çünkü bu mesleğin içinde bulunmadan, mesleğin uygulanış biçimlerindeki yozlaşmışlıkları görmeden ve mimarinin estetiğini hissetmek için taşa, tuğlaya, tarihe dokunmadan bu kitabı tam olarak içselleştirmeye çalışmak, her zaman eksik bir yorum olmaya mahkumdur. Ama elini Sisifos gibi taşın altına koymayı seven bir insan olarak size bu kitap sürecinde aklımdan geçirdiğim bazı düşünceleri anlatmak istedim.
Mimarlık mesleğinden yeni istifa etmiş bir insan olarak artık bazı şeylerin anlatılması ve bu meslekten olmayan kişilerin de bilgilendirilmesi gerektiğini düşündüm. Öncelikle şu alttaki alıntıyı okuyalım:
"Ben bir mimarım. Bu düzensiz kuralların ne şekilde inşa edildiğini anlayabiliyorum. Üzerinde yaşamak istemediğim bir dünya meydana gelmek üzere." [s. 911]
Nedir bu düzensiz kurallar, üzerinde yaşamak istemeyeceğimiz bir dünya? Üzerinde oturduğunuz evlerin çoğunun betonlardan, duvarlardan ya da tuğlalardan değil de kul hakkı yenen işçilerden meydana geldiğini söylesem ne derdiniz? Gelin anlatayım...
Artık sabah kalktığımda CV atılmış mail'lara dönüş yapılıp yapılmamış olmasına bakmadığım, tanımadığım bir numara bana iş vermek için mi aramış diye beklemediğim, istediğim saatte yatıp istediğim saatte kalktığım bir işim var. Kulağa bu kitaptaki "Howard Roark" karakteri gibi çok ütopik geliyor değil mi? Ama "Hayatın Kaynağı"nı arayan insanlar için bu sonuçlar çok da ütopik olmasa gerek.
Meslekte şantiye şefi olarak çalışırken benden göz göre göre talep edilen kul hakkı istekleri, işçilerin ve kalfaların hak edişlerinden patron tarafından istenen haksız kesintiler, üstlerin ile altların arasında medcezir yapmak gibi şeylerin benim "hayatımın kaynağı" olmadığını çok önceleri anlamıştım. En basit şekilde bir örnek vermek gerekirse, bir işçi 500 lira değerinde bir iş yapmışsa o işçiye 500 lira verilmelidir, değil mi? Fakat patron tarafından benden oraya 300 yazmam istenirdi. Matematik kitaplarındaki işçi problemleri yalandı, esas işçi problemi buydu!
Bir gün şantiyede yemek aldığım sırada işçiler için verilen yiyeceklerde bazı şeyler olmadıktan sonra bir işçinin gözlerimin içine bakıp "Sizin tarafta her şey var bizde niye yok şef" demesi içimi kaç yıldır acıtıyor, o anda da aslında yanlış bir meslekte olduğumu anlamıştım. O anda "Hayatın Kaynağı"nın orası olmadığını, başka bir yerlerde beni beklediğini ve bu başka yerin de ancak benim kendimi aramamla oluşabileceğini anlamıştım. Kitapların dünyasına daldım.
Dostoyevski'yi okudum, acıdan acıya koştum. Kafka'yı okudum, sonucu olmayan sonuçlara aldandım. Camus'yü okudum, dünyanın saçmalığında kendimi en saçma insan olarak hissettim. Erich Fromm'u, Viktor Frankl'ı, Rollo May'i okudum, kendimi aramaya başladım. "Kendimi buldum" diyemem, bunu demeye haddim yok. Bunu hiçbirimiz hiçbir zaman diyemeyeceğiz, belki de ölüm, kendimizi bulduğumuz tek nokta olacaktır hayatımızda çünkü. Fakat bu başka bir tartışmanın konusu...
Mimarlığı bir sanat ve hayatı görüş biçimi olarak çok seviyordum, hala da çok seviyorum. Çünkü bir şeyleri sıfırdan başlayarak inşa etmek bana bir kimlik inşa etmeyi çağrıştırıyordu. İnsanın da temeli vicdan ve hoşgörü, döşemesi akıl, kolonları saygı, kirişleri empati ve çatısı da dış görünüşü olmalıydı. Fakat Zeki Demirkubuz'un sözüne benzer olarak "Bu ülkede paragöz insanlar tarafından yönetilen mesleklere dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor, artık bundan acı duymuyordum."
Hayatın kaynağı çok başka bir yerde arkadaşlar. Bu yazıyı buraya kadar okumuş olan bütün insanlar için belki de bu kaynağın her insan için ne olduğunu tek tek söyleyecek yeterliliğe sahip olamayabilirim fakat en azından "nerede olmadığını" söyleyebilirim. 8-5 mesailerde sürünüp kendi isteklerini değil sürekli bir başkalarının isteklerini yapmak zorunda kalmak, kendinden ödün vere vere malzemeden bile isteye çalarak bir kimliği inşa etmek, hayatının kaynağını patronların cebinden çıkacak miktarlarda aramak, meslek haklarınızı bile bilmeden kendinizi bir köle gibi kullandırmak, size işinizde yapılan psikolojik baskılara sesinizi bile çıkaramamak... Sizce bunlar "Hayatın Kaynağı" gibi geliyor mu kulağınıza?
Bence bu kaynağı sadece kitap okuyarak bulabilmek de mümkün değil. Esas gerçeklik ile kurgu gerçekliği dengelemek, dünyanın acılarını kendi acılarımızla üst üste koymak, empatiyi öğrenmek için dere tepe düz gitmek, gerçekten de bu "hayatın kaynağı"na layık olmak gerekiyor diye düşünüyorum. "Hayatın Kaynağı" ancak ve ancak sizin kendi benliğiniz olabilir, bunu bir başkasından beklemek yapacağınız en büyük hata olacaktır. Size diyeceğim şey, ne olursa olsun geleceğinizi başkalarının sizin için belirleyeceği şeylerden beklememeniz yönünde olacaktır. Siz, kendi benliğinizle, kendi düşüncelerinizle biriciksiniz.
İşte o kitabın adı Hayatın Kaynağı. Hani şu hiçbir yerde bulunamayan, baskısı olmayan, bir türlü okuma şansına erişilemeyen o kitap... Sizin de okuduktan sonra hayatınızı değiştiren bu tür kitaplar var mı?
Bu kitabın yeteri kadar abartılmadığını ve yorumlanmadığını düşündüğüm için geçmiş mesleği mimarlık olan biri tarafından incelenmesi gerektiğini düşündüm ve işte buradayım. Bu kitabın baskısını şehrinizde aradınız ve bulamadınız mı? O zaman şehrinizi iyice gezmemişsiniz ve tanımamışsınız demektir. Bu kitabın baskısını ülkenizde aradınız ve bulamadınız mı? O zaman ülkenizi iyice gezmemişsiniz ve tanımamışsınız demektir. Bu kitabın baskısını dünyanızda aradınız ve bulamadınız mı? O zaman dünyanızı iyice gezmemişsiniz ve tanımamışsınız demektir. Bu kitap da zaten onu dünyanın her noktasında arama çabasına girişip de bulmayı arzulayacak kişilerin okumayı hak ettiği bir kitap olacaktır.
Bu kitabı anca mimarlık okuyan öğrenciler ya da mimarlık mesleğinin içinde bir şekilde bulunanlar en iyi şekilde içselleştirebilir. Çünkü bu mesleğin içinde bulunmadan, mesleğin uygulanış biçimlerindeki yozlaşmışlıkları görmeden ve mimarinin estetiğini hissetmek için taşa, tuğlaya, tarihe dokunmadan bu kitabı tam olarak içselleştirmeye çalışmak, her zaman eksik bir yorum olmaya mahkumdur. Ama elini Sisifos gibi taşın altına koymayı seven bir insan olarak size bu kitap sürecinde aklımdan geçirdiğim bazı düşünceleri anlatmak istedim.
Mimarlık mesleğinden yeni istifa etmiş bir insan olarak artık bazı şeylerin anlatılması ve bu meslekten olmayan kişilerin de bilgilendirilmesi gerektiğini düşündüm. Öncelikle şu alttaki alıntıyı okuyalım:
"Ben bir mimarım. Bu düzensiz kuralların ne şekilde inşa edildiğini anlayabiliyorum. Üzerinde yaşamak istemediğim bir dünya meydana gelmek üzere." [s. 911]
Nedir bu düzensiz kurallar, üzerinde yaşamak istemeyeceğimiz bir dünya? Üzerinde oturduğunuz evlerin çoğunun betonlardan, duvarlardan ya da tuğlalardan değil de kul hakkı yenen işçilerden meydana geldiğini söylesem ne derdiniz? Gelin anlatayım...
Artık sabah kalktığımda CV atılmış mail'lara dönüş yapılıp yapılmamış olmasına bakmadığım, tanımadığım bir numara bana iş vermek için mi aramış diye beklemediğim, istediğim saatte yatıp istediğim saatte kalktığım bir işim var. Kulağa bu kitaptaki "Howard Roark" karakteri gibi çok ütopik geliyor değil mi? Ama "Hayatın Kaynağı"nı arayan insanlar için bu sonuçlar çok da ütopik olmasa gerek.
Meslekte şantiye şefi olarak çalışırken benden göz göre göre talep edilen kul hakkı istekleri, işçilerin ve kalfaların hak edişlerinden patron tarafından istenen haksız kesintiler, üstlerin ile altların arasında medcezir yapmak gibi şeylerin benim "hayatımın kaynağı" olmadığını çok önceleri anlamıştım. En basit şekilde bir örnek vermek gerekirse, bir işçi 500 lira değerinde bir iş yapmışsa o işçiye 500 lira verilmelidir, değil mi? Fakat patron tarafından benden oraya 300 yazmam istenirdi. Matematik kitaplarındaki işçi problemleri yalandı, esas işçi problemi buydu!
Bir gün şantiyede yemek aldığım sırada işçiler için verilen yiyeceklerde bazı şeyler olmadıktan sonra bir işçinin gözlerimin içine bakıp "Sizin tarafta her şey var bizde niye yok şef" demesi içimi kaç yıldır acıtıyor, o anda da aslında yanlış bir meslekte olduğumu anlamıştım. O anda "Hayatın Kaynağı"nın orası olmadığını, başka bir yerlerde beni beklediğini ve bu başka yerin de ancak benim kendimi aramamla oluşabileceğini anlamıştım. Kitapların dünyasına daldım.
Dostoyevski'yi okudum, acıdan acıya koştum. Kafka'yı okudum, sonucu olmayan sonuçlara aldandım. Camus'yü okudum, dünyanın saçmalığında kendimi en saçma insan olarak hissettim. Erich Fromm'u, Viktor Frankl'ı, Rollo May'i okudum, kendimi aramaya başladım. "Kendimi buldum" diyemem, bunu demeye haddim yok. Bunu hiçbirimiz hiçbir zaman diyemeyeceğiz, belki de ölüm, kendimizi bulduğumuz tek nokta olacaktır hayatımızda çünkü. Fakat bu başka bir tartışmanın konusu...
Mimarlığı bir sanat ve hayatı görüş biçimi olarak çok seviyordum, hala da çok seviyorum. Çünkü bir şeyleri sıfırdan başlayarak inşa etmek bana bir kimlik inşa etmeyi çağrıştırıyordu. İnsanın da temeli vicdan ve hoşgörü, döşemesi akıl, kolonları saygı, kirişleri empati ve çatısı da dış görünüşü olmalıydı. Fakat Zeki Demirkubuz'un sözüne benzer olarak "Bu ülkede paragöz insanlar tarafından yönetilen mesleklere dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor, artık bundan acı duymuyordum."
Hayatın kaynağı çok başka bir yerde arkadaşlar. Bu yazıyı buraya kadar okumuş olan bütün insanlar için belki de bu kaynağın her insan için ne olduğunu tek tek söyleyecek yeterliliğe sahip olamayabilirim fakat en azından "nerede olmadığını" söyleyebilirim. 8-5 mesailerde sürünüp kendi isteklerini değil sürekli bir başkalarının isteklerini yapmak zorunda kalmak, kendinden ödün vere vere malzemeden bile isteye çalarak bir kimliği inşa etmek, hayatının kaynağını patronların cebinden çıkacak miktarlarda aramak, meslek haklarınızı bile bilmeden kendinizi bir köle gibi kullandırmak, size işinizde yapılan psikolojik baskılara sesinizi bile çıkaramamak... Sizce bunlar "Hayatın Kaynağı" gibi geliyor mu kulağınıza?
Bence bu kaynağı sadece kitap okuyarak bulabilmek de mümkün değil. Esas gerçeklik ile kurgu gerçekliği dengelemek, dünyanın acılarını kendi acılarımızla üst üste koymak, empatiyi öğrenmek için dere tepe düz gitmek, gerçekten de bu "hayatın kaynağı"na layık olmak gerekiyor diye düşünüyorum. "Hayatın Kaynağı" ancak ve ancak sizin kendi benliğiniz olabilir, bunu bir başkasından beklemek yapacağınız en büyük hata olacaktır. Size diyeceğim şey, ne olursa olsun geleceğinizi başkalarının sizin için belirleyeceği şeylerden beklememeniz yönünde olacaktır. Siz, kendi benliğinizle, kendi düşüncelerinizle biriciksiniz.