Hegel's Phenomenology of Spirit

... Show More
The text of Martin Heidegger's 1930-1931 lecture course on Hegel's Phenomenology of Spirit contains some of Heidegger's most crucial statements about temporality, ontological difference and dialectic, and being and time in Hegel. Within the context of Heidegger's project of reinterpreting Western thought through its central figures, Heidegger takes up a fundamental concern of Being and Time, "a dismantling of the history of ontology with the problematic of temporality as a clue." He shows that temporality is centrally involved in the movement of thinking called phenomenology of spirit.

Community Reviews

Rating(3.9 / 5.0, 13 votes)
5 stars
4(31%)
4 stars
4(31%)
3 stars
5(38%)
2 stars
0(0%)
1 stars
0(0%)
13 reviews All reviews
April 26,2025
... Show More
This book, collected from Heidegger’s 1930-31 lecture series on Hegel, is a profoundly difficult but rewarding explanation of the Phenomenology, as well as a more stable grounding on which we can interpret the existential analytic laid out in Being & Time (1927).

Reading this was not only a detailed and interesting inquiry into the nature of spirit within western ontology, but also, as Heidegger puts it, the history of onto-theo-ego-logy. The idea of a restless splitting and recombining of the particular and the universal, consciousness and self-consciousness, authenticity and inauthenticity, and of course the flame (as Derrida notes) is an existential that cannot but fill up my head.

Hegel in 150 pages is difficult to manage given the other reference works i’ve seen, as well as the Phenomenology itself, but it is dense as all hell. My copy is rife with annotations, and I truly see myself returning to this work for an understanding of german idealism, and Heidegger’s earlier works.
April 26,2025
... Show More
"Varlık zamanın özüdür." vs "Zaman varlığın özüdür."

Heidegger'in 1927 yılında yazdığı Magnum Opusu 'Varlık ve Zaman'; filozofun nezdinde henüz miâdını doldurmamışken, onun ışığında Kant ve Hegel felsefeleri hakkında kritiklerini ders notları olarak oluşturmaya başlamıştı. İşte bu kitap da Heidegger'in Hegel'in en meşhur -ama onu kapsayan Büyük Mantık ve Küçük Mantık eserleri kadar da büyük olmayan- eseri 'Tinin Fenomenolojisi' hakkındaki eleştiri notlarının derlemesinden oluşmakta. Her ne kadar eleştiri desek de daha çok tanıtım ve övgü içeriyor. Bir dil virtüözünden bahseden başka bir dil virtüözünün alametifarikası olan yarı kasıtlı yarı keyfiyetten baya bir zorlama edebi hareketler de mevcut. Öyle ki Heideggerian neolojilerle zengin, kendine pek özgün 'poetik' anlatımıyla ilk okunduğunda; maalesef her iki zor dilli filozofa aşinalıkta ters orantılı sertlikte bir kayaya çarpmışlık hissi yaratıyor. Bu noktada çevirmen Sayın Kaan Ökten'in adanmışlık ve performansını tebrik etmek gerekiyor ama Almanca gibi hem sosyal (tin) hem de fen (madde) bilimlerinin en özellikli bir dili için çeviride kayıp yine de kaçınılmaz. Neyse ki çağımızın gelişmişliği sayesinde internet, çeviri okumalarındaki bu kaybı telafi etme konusunda da diğer bir çok konuda olduğu gibi bir numaralı yardımcımız...

Bir diğer sert kaya ise bu sefer çarpma değil altında kalmamız tehlikesi barındırmakta maalesef; Heidegger'in Nazizm bağlantısı! Buna dayanak en önemli etkenlerden ilki; o hırslı haksız rektörlüğü zamanlarında, NS iktidarla fazla içli dışlı olması ve diğeri; antisemitizmle itham edilecek derecede -sonraki döneminde ele aldığı- "Schwarz Hefte" isimli derleme notlarının rahatsız edici bir takım muhteviyatı...Biraz da bu durum Müttefik Kuvvetlerin İkinci Dünya Savaşı sonrası 'denazifikasyon' uygulamalarında Almanya'nın aydınlanmada tarihsel öneme sahip entelijansiyasını Fransa ile değiş tokuş ederlerkenki gözden kaçmışlığı gibi görünüyor. Atama yollu tarihteki bu zorlama merkez değişikliğinin, modernite aksine özellikle felsefe ve sanatta merkeziyetçi karşıtı bir yorum hegemonyasına kısaca post-modernizme salık vermesi yanında bu gözden kaçırış daha göz ardı edilebilirdi. Fakat yeni merkez 20.yüzyıl Fransız felsefesinin kökünde Heidegger'in de yer alıvermiş olması, 'denazifikasyon'un sadece ulus değişikliğiyle içeriksel değil biçimsel olarak başarım sağlamış olduğu zannıyla fazlaca duyarlılık oluşturuyor. Aslında Heidegger'in hocası Husserl daha yüzyılın başında büyük bir ileri görüşlülükle kesin bir bilim olarak felsefe için, Fenomenoloji'yi geliştirirken bu tür krizlerin önünü almayı da düşünmüştü. Antikiteden beri süre gelen felsefeyi Mantık ve Tin (Ruh) kavramları hatta Kavram kavramı üzerinden idealist olarak spekülatif sistem içerisinde tamamladığını söyleyen Hegel'in "Savaş her şeyin babasıdır." diyen Heraklitosçu tarafından çok "Varolmak ve düşünmek birdir." diyen Parmenidesçi tarafına yönelinip yeni yüzyılda felsefede barışçıl bir birlik oluşturma zamanı çoktan gelmişti. Nitekim Marx, Hegel'in idealizmini antikiteden beri süregelen üst sınıfın aklı tarafından dayatılan bir ters-hayat olarak görmüştür. Hayattaki tersliklere çözüm olması için idealizmi materyalizme -ters- çevirip içerikteki o Heraklitos'un çatışmacılığını reel düzleme de indirivermiştir. Devrimci mücadelenin, realitedeki insanlığın yıkıcı -karşı devrimci- güçleri tarafından iyice şiddet sarmalına doğru çekilmesi sonuçlarından biri; Stalingrad'da karşı karşıya gelen Hegel'in iki düşünsel silsilesinin kıyıcı o büyük çarpışması olmuştur.

Husserl ise felsefede de matematikçi hocası Frege'nin de etkisiyle aynen matematikte olduğu gibi bir ortak akıl oluşturma gayesiyle Fenomenoloji adını verdiği öğretiyi oluşturmaya kendini adar. Bu öğretide "Nesnelerin kendisine!" düsturuyla idealdeki değil reeldeki fakat fanteziyle de olsa zamanın durdurulduğu yaşanılan fenomenler üzerinden gidilen bir tür materyalizm ile fenomenlerin ötesine ulaşılmaya çalışılırken aslında Heraklitosçu akışkanlık ilkesi askıya alınıp 'Omni Tempore' (tüm zamanda) değişmeden duran öze ulaşma çabasıyla Parmenidesçi değişmezlik ilkesi çalışılır. Aslında hedef dogmaların ta kendisidir. Dogmaların sahte değişmezliklerini sağlayan her tür rejim askıya alınıp (Ἐποχή!) saf fenomenlere dönüştürülür ve yönelimselliğe göre zamansal, toplumsal ya da bireysel açılardan analiz edilir, sentezler oluşturulur; içlerinde rejimin kalıcı olsun diye şiddetiyle tortulaştırılmış olarak değil reelde 'Omni Tempore' değişmez öğeler ayıklanıp bulunur böylelikle tekrar tekrar kurularak öze ulaşılır. Pratiği de ezcümle; duyulardan elde edilen ham izlenimlerin soyut 'Cogito' alanında zamansız ve mekansızlaştırılıp içeriklerindeki her yerde ve her zaman geçerli bir takım ilkelerin araştırılması ve 'öznelerarasılık' yani bilimsel bir konsensus aracılığıyla onlar üzerine mutabakatı olarak özetlenebilir. Bilimsel olduğu için özellikle 'sol' kanadın başına musallat ayrılıkçı hiziplerin ve gereksiz kavgaların önüne geçen bu yeni felsefi öğretinin yargısız kapsayıcılığı tabi ki 'sağcı' Heidegger'i tarihi konumundan kopartma naifliğine düşecektir. Fransız fenomenologların aslında haklı fakat tamamen politik bir uygulama olan 'denazifikasyon' sonucu önlerine getirilen bu Alman bilimine çokça kucak açmaları Fransızların Alman gibi düşünmeyi öğrenmeye ne kadar hevesli olduklarını da gösteriyor. Velev ki bu durum Alman hayranlığı da içeren, her türlü 'aşırı' iyimser bir şekilde ele alınsa bile, Heidegger'in Hegel'den devraldığı o Lüterci Alman merkeziyetçiliğinde takılıp kalınmıyor değil. Bırakın koca Eski Roma zamanının; Latince yazan Descartes, Spinoza, Newton gibi aydınlanma çağının büyük isimlerine saygısızlık gibi durduğu apaçıkken; felsefenin kronolojisinde Antikite-Latinite-Prusya dönemlerinden Latinite döneminin holiganca dışlanması -Heidegger'in çıraklık zamanında Augustinus ve Aquinas gibi Hristiyan ve Skolastik filozoflara harcadığı o çok değerli vaktinin hıncıyla da olsa- hiç yenir yutulur bir lokma değil ki! Haydi haydi ırkçı diyemesek de kesinlikle dil olarak radikal bir ayırımcılık var. Ölümünden 5 gün sonra yayımlanan böylesi nefret dolu Der Spiegel röportajı ile rektörlük zamanı Latince "Nulla est enim maior ad amorem invitatio, quam praevenire amando." gibi Augustinus alıntılarıyla süsleyerek Hannah Arendt'a yazdığı aşk mektupları arasında ne kadar da zıtlık var.

Sonuç olarak Heidegger'in politik muhatarası onun entelektüel mirasının ve düşünsel katkılarının değerlendirilmesini karmaşıklaştıran önemli bir konudur. Varoluşçuluğun ana düşünürlerinden biri olması, sosyalizm soslu statistlerin elinde varoluşçuluğa karşı; 'Ad Hominem' seviyesinin üstü olmasa da okkalı bir malzeme oluşturmaktadır. Neyse ki cefakâr filozof Husserl'in sefakâr anti-filozof çocuklarının imdadına yetişircesine; matematikteki gibi ortak bir akla öykünen, gerçek bir bilim olarak felsefeyi hedefleyen fenomenolojinin kapsayıcılığı sürekli gelişiyor. Heidegger'in kötü rejimiyle -kendi kendini hemen bitirdiği için- kısa dönemli de olsa dansı; onu dışlanmışlıktan çok ideolojisiz, merkezsiz, sınırdaki düşünür ama bol şansına yine de düşünür konumuna zamanla çıkarmış oluyor. Anti-filozofluğunun da 'Destrüksiyon' değil 'Dekonstrüksiyon' olarak revizyonu Jacques Derridacı Fransa (hatta Cezayir) kıta felsefecileri tarafından başarım kazandı bile. Dil holiganlığı, -Alman- dilinin tanrısallığı iddiası da aynı bölgenin post-yapısalcıları tarafından 'Différance'a uğratıldı. Olaya 'Ad Hominem' olarak değil de tüm yargıları Ἐποχή'ye uğratıp fenomenolojik olarak bakarsak, müttefiklerin 'denazifikasyon'u gayet başarılı yürüyor gibi görünüyor. Bu arada şunu da belirtelim; nasıl ki matematiğin burjuva okullarında baş tacı edilmesi onu bir burjuva bilimi yapmıyorsa benzeri ortak akılcı fenomenolojinin de burjuva çevrelerde benimsenmesi onu bir burjuva bilimi yapmaz. Aklın ortaklığının dayandığı kökü Parmenides'e kadar uzanan aklın birliği iddiası, nükleer çağın başlangıcından beri aydınlanmayı karşıt derecede eleştiren Frankfurt okulu düşünürlerince aşırı kötümserlik uçurumunun kenarından ancak kabul görememiştir ki bu Kant'ın çok daha iyimser ve yapıcı eseri 'Saf Aklın Eleştirisi' ile oluşturduğu felsefedeki 'Kopernik' devriminin minvali ile de çelişmektedir. Heidegger eleştirisi demokratik değil totaliter bir surete bürünürse ve bunu Marksizm şekline de hiç adil olmayan bir el çabukluğuyla sokarsak eğer bu da çelişkidir. Hatta tarihteki otokratların kurnazlığı ile lekeli bir totaliterlikle bir totaliterlik eleştirisi yapmaya soyunma iyice gafletidir. "Aklın yolu birdir" ilkesi için ancak demokrasi bir zemindir çünkü demokrasinin eidetik özü akıldır. Böyle olduğunu, egolarınızı akıl dışılığı askıya almaya eğitebilirseniz, transandantal bilinç zeminlerinizde görerek deneyimleyebilirsiniz.

Materyalizmin 'cogito' hatta fantezi alanına kadar genişletilmesi teşebbüsü olan fenomenoloji tabi ki realistler tarafından hor görülecektir ama nasıl "Varlık nedir?" sorusunun baştan tekrarı için antikiteye bir dönüş gerekiyorsa, -bir türlü ontolojik olamayan en son bilim- psikofizik ile felsefenin savaşı için de transandantal bilinci arena olarak seçmeliyiz. Bir örnekle açarsak; 2400 yıllık, Aristo'nun 'Altın Orta' kuralına göre her şeyin ortası tutturulacak yegane yoldur: Bel ile beynin ortası kalp gibi. O yüzden aklın merkezini hocası Platon'un beyin merkeziyetçiliğinin aksine kalbe yerleştirmiştir. Kalbin akletmesi fikriyle Platon'dan da idealisttir. O yüzden Heidegger'in ontoteoloji eleştirisi ta Aristo'ya kadarki felsefeyi kapsar. Bugünkü doğa bilimlerinin kökleri ve ontoloji antikte başlamıştır fakat tamamlanmamıştır. Doğa bilimleri ontik de olsa hesapçı bir zihinle de empirizmle de sağaltıla bilinirken, ontolojinin yarım kalan kısmı tüm felsefe tarihi boyunca teolojiye varan metafizik ile doldurulmaya çalışılmıştır. Heidegger'in yeniden "Varlık nedir?" sorusu iyi kötü, Kant'ın yaptığı gibi felsefede Kopernikçi bir devrime bir yönelimdir. Derrida'ya kadar bu soru yıkıcı ve epey anti-felsefe olarak algılandı. Heidegger'in siyasi muhatarası da buna etkiliydi elbette. Derrida bu soruyu Heideggerian 'Destrüksiyon' (komple yıkım) yerine 'Dekonstrüksiyon' (yapı-söküm) olarak ele aldı/düzeltti. Böylelikle antikiteden beri biriken tortular felsefi olumlu birikimleri de bi zarara uğratmadan rahatça silinebilecek hale geldiler çünkü Yapı-Söküm tamamen metafizik olan aydınlık-karanlık, siyah-beyaz, alt-üst, erkek-dişi gibi gerçekte hayali/keyfi değerlendirmelere dayanan kutupları ters düz ederek ontoteolojik tortuları adeta bir deterjan gibi çözüp dağıttı.

Heidegger'in hiç de küçük görülemeyecek eleştirel aklının ölçüsünü; Hegel'in Kant'ın dinamik kategorilerindeki çiftlerin arasındaki ilişkileri alıp ayrı bir kategori, 'Güç' kategorisi olarak ele almasındaki derinliği bu kitabındaki sunuşundan çıkartabiliriz. Hannah Arendt gibi bir siyaset felsefesi dehasına yazdığı aşk mektuplarında itiraf ettiği politik toyluğuna herkesin Arendt gibi yüce bir şefkat göstermesini bekleyemeyiz tabi ama Heidegger’in Kant ve Metafizik Problemi kitabındaki epistemolojideki Kantçı devrimi savunusu; onun ontoloji alanına da bu devrimi genişletmeyi amaçladığı kimse tarafından inkar edilmemeli artık. Heidegger'in meşhur Varlık ve Zaman'daki "Herkes hiç kimsedir." ibaresi bu gibi durumlarda ne kadar da yerine oturuyor!

Husserl nasıl ki Hegel'in 'Tinin Fenomenolojisi'nin 'Fenomenoloji' kısmına yoğunlaştıysa öğrencisi Heidegger ise 'Tin' kısmına yoğunlaşıp ayrı bir yol açmış gibi görünüyor. Nasıl ki fenomenoloji daha tikel daha göreceli çalışan, bir bilimden çok gidimli düşünce gibi ama onun daha çok yaşantısal hali olan bir metodsa, 'Dasein' ve 'Dünya' olarak iki kavramla temsil edilen 'Tin' de o derece toplumsal o derece evrensel bir 'Mutlak', varoluşların toplamı olan Varlık'ın ta kendisidir. Birey olarak Dünya tarafından verilmişliklerden ve o verilmişliklerin içimizde yarattığı izlerin toplamından ibaretiz. Dünyayı fark etmek aslında bireye onun yegane sorusudur. Kendisine baktığımızda verilmişlikleri ve içimizden dışarı yansımışlıkları görebildiğimiz cevabı yine onda olan o soru! İşte o soru 'Dasein' ile 'Dünya' arasındaki Hegel'in 'orta terim' olarak ayrıca önem bahşettiği yegane bağlantı, Hegelian tabiriyle resmen 'Güç' olan sorudur. Kitapta "Hakiki olan oyundur, orta-terimdir, uç olan değildir. Uçları kendi ilintisi içinde birbirine rapteden orta-terimdir, ilişkidir." cümlesi gibi cümlelerde geçen orta-terim statik tasım mantığı olarak anlaşılmamalı, onun kapsanıp aşıldığı (Aufhebung!) diyalektikteki gibi dinamik bir biçimi olarak anlaşılmalıdır. Yalnız; Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın -reel zaman ve fantezi süre gibi konuları tartıştığı Bergsonizm kitabının taslaklarını ilk oluşturduğu- 1936 yılından beri uyardığı gibi koca diyalektik Hegel'in bile dinamizmi ancak Marx'ın materyalizmi ile bir kronolojik değere ulaşmıştır. Hegel'in -doğadaki reel zaman ve maddi uzam birlikteliği yerine resmen- çok da doğal olmayan 'eternalist' bir blok-evren tasavvuruyla bu 'Güç' kavramındaki dinamizminin statik tasım mantığının orta-terim ifadesi olarak indirgenmesinde Heidegger tarafından -her nedense(?!)- bir sakıncası bulunmaz. Çünkü Marx'ın hali-hazır materyalist çözümünü dışlarcasına sakıncasını ise temelde daha yıkıcı bir şekilde dile getirmek ister. Hegel'in fenomenolojisinin öznedeki alanı olan Descartes'ın 'cogito'sunu 'Egoloji' olarak yaftalar. İdealist Hegel'in blok-evren yaklaşımı yarım kalmış "varlık nedir?" sorusunun antikiteden beri teolojik tortulaşmalara sebebiyet veren o ilksel yaklaşımın aynısıdır. Heidegger'e göre keza -bu yaklaşım- oldukça ilkeldir de ve ucu kapalı bir şekilde teolojiktir. Heidegger'e göre Hegel'in Tinin Fenomenolojisi her ne kadar felsefeyi tamamlasa da temelden onto-ego-teo-lojiktir. Bu derece bir yıkıcılık felsefenin daha onto-kronolojik olarak tekrar kurulması imkanının savunusuyla kabul edilemez. Hele ki Hegel diyalektik materyalizm şerhleri ile toplumsal ve tarihsel fenomenleri tümelleştirip bilimini yapabilecek hale getirmeye çoktan başlamışken artık bu tutum çocukça değil midir? Heidegger'in başlatmaya çalıştığı bu yıkıcılık doğrudan kendisine dönüp de asıl tüm bir varoluşçuluk felsefesini temelinden, Georg Lukács'ın deyişiyle 'Hiçlik Miti'nden vurmaya başlanmasına da ramak kalmıştı fakat felsefenin kendisine değil şahıslarına yönelindi ki bu daha doğru olduğu için değil kesinlikle daha kolay olduğu için ve biraz da estet bir filozof olan Heidegger'in eserleri estetik bulunduğu için.

Son söz olarak; Hegel ile öncüllerinden Kant arasındakine benzer bir gerilime -çap farkının farkındalığından- Heidegger'in de Hegel'le oluşturacak cüretinin olmadığını hatta niyetinin de olmadığını çünkü farklı kulvarlarda yer aldığını bu kitapla öğreniyoruz. Fakat Hegelian "Varlık zamanın özüdür." tezine karşılık Heideggerian "Zaman varlığın özüdür." tezi için görevlendirilmiş gibi de hissediyoruz.
April 26,2025
... Show More
This is one of the best introductions to Hegel Phenomenology, not the easiest one, and definitely is a really difficult book, even Heidegger himself can’t follow through all the Hegel’s ideas.

Heidegger use the phenomenological method to see what is going on, he find that the phenomenology of Hegel is not a book that we can see as a Husserl’s phenomenology, the book uses language as never before and try to grasp the concept of force, that Kant used as ovo for first time as dynamics.

No sure if this book cover all the phenomenology issues, but sure makes extremely clear several of Hegel’s concepts.
April 26,2025
... Show More
In this book Heidegger clarifies Hegel's understanding of Being and contrasts it with his own. Hegel, as one of the main representatives of the German Idealism, understood Being as: infinite and absolute, idea and reason self-reflected, self-conscience, unconditional/absolute knowledge and concept, spirit that overcomes contradictions through dialectic and progress, and so on. For Heidegger Being is finite, determined by time, understood through Dasein as appropriated and as being-in-the-world, as regress to the ground, as fundamentally occurring in the Event, misunderstood in the Platonic tradition as idea or in the Cartesian tradition as ego/I, and so on. On the other hand, Heidegger agrees with Hegel that the approach of the traditional and propositional logic with its unhistorical emphasis on the copula is quite inadequate in any understanding of Being. In this respect, some transcendental logic as proposed by Kant or even some old fashion ontology, theology, or history is preferable to the propositional logic. Interestingly enough, both Hegel and Heidegger returned to Kant – Hegel to overcome and denounce Kant's system of categories (i.e. Being for Kant) as finite and unsatisfactory; while Heidegger to denounce the same system of categories understood as the objectivity of objects.
Heidegger postulated the ontological difference between beings and Being, and stated that the only way to approach Being is to maintain this difference as difference. One cannot help imagining Hegel postulating such a difference only to immediately overcome it with his dialectical, idealistic, and rational approach in order to develop, complete and arrive at some absolute and infinite Being.
April 26,2025
... Show More
Vocabulario bastante complejo solo logré entender ciertas partes, creo que tal vez sería mejor leer antes la fenomenología del espíritu.
Leave a Review
You must be logged in to rate and post a review. Register an account to get started.