...
Show More
Öncelikle bu kitabı Kayıp Rıhtım Kitap Kulübü kapsamında okudum. Diğer arkadaşların incelemelerini okumak için buraya bakabilirsiniz: https://forum.kayiprihtim.com/t/kr-ki....
Kitabı genel anlamda beğendim. Aklımda yer eden noktalar ise kısaca şöyle:
Hikayenin başrolünde sistemi yıkmaya çalışan değil de sadece sistemin dışına çıkmaya çalışan biri olması hoşuma gitti. Proteus’un devrime dahil olması kendi tercihi değil. Adamı hapis tuttular, ilaç verdiler ve öldürmekle tehdit ettiler. O da biraz da pasifliğinin etkisiyle bir şekilde kendini devrimin ön saflarında buldu. Oysa Proteus’un Finnerty tarafından sorgulandığı bölümde görüyoruz ki kendisi sistemin zararlı olduğunu değil, yalnızca manasız ve bir sonuca varamaz olduğunu düşünüyor. Örgüte karşı değil ama onlarla da değil. Ancak Hayalet Gömlek Derneği elini daha çabuk tutuyor ve Proteus’u cebren ve hile ile kendi saflarına katıyor. Devrimin faaliyete geçmesinden sonra kolayca kontrolden çıkması ve tamamen yıkıcı bir hal alması da Hayalet Gömlekçilerin aslında çok da masum olmadığının bir başka kanıtı bence. Bu da beni bir diğer noktaya götürüyor.
Cesur Yeni Dünya’yı bitirdikten sonra aklımda yanıp sönen bir düşünce vardı, Otomatik Piyano’dan sonra tekrar canlandı o ışık: “Bu bir distopya değil ki.” Otomatik Piyano’nun dünyası meritokrasiyle yönetiliyor; yani ülkenin başında en zekiler, yetenekliler, mühendisler var. Bu dünyada işlerin büyük bir kısmını makineler yapıyor ama yapay zeka gelişmediği için kendi başlarına isyan edip insanları köleleştirmek gibi bir olanakları da yok. Kimse aç değil, insanlara uygun oldukları bir iş veriliyor ve ihtiyaç duydukları şeylere de sahip olabiliyorlar -kitapta birkaç yerde vurgulanıyor bu-. Zorla dayatılan bir inanış, bir yaşam şekli de yok. Zira Proteus’un kendine bir çiftlik alıp orada yaşamasını engelleyecek bir mekanizma olmadığını biliyoruz. ‘Artık insanların bir amacı kalmadı.’ gibi uyduruk bir sebebin -daha doğrusu uyduruk olmasından ziyade sistem tarafından dayatılan değil de insanların kendi kendilerine var ettikleri bir sebep-koca bir sistemi distopya kabul etmem için yeterli olduğunu düşünmüyorum. İdeal bir sistem değil belki, ama bana kalırsa şu an içinde yaşadığımız dünyadan çok daha iyi. Zaten başarısız olan devrimin hemen ardından da görüyoruz ki devrimi yapanların hayranlıkla izlediği şey, aslında savaş açtıkları makineler oluyor.
Kitap benim için bir distopya değil belki, ancak iyi bir ütopya eleştirisi olarak değerlendirebilirim galiba. Çünkü Vonnegut’un yarattığı dünya temel özellikleriyle distopyadan çok ütopyayı andırmasına rağmen sistemin bir şekilde ortaya çıkardığı ve engellenemeyen sorunlar olması kitabın esas dayanağını oluşturuyor. Bu açıdan biraz da Le Guin’in Mülksüzler’i geldi aklıma. Orada da aslında anarşist bir ütopya vardı ancak işin için insan girdiğinde hep olduğu gibi insanlar arası çekişmeler, üstü kapalı olsa da hiyerarşik mevkiler, koltuk sevdaları varlığını sürdürüyordu.
Kitaptaki en sevmediğim nokta kadınların sistem içinde konumlandırılma şekli ve bunun kadın karakterler tarafından kabulü oldu. Gerçi romanda tek bir kadın karakter var sayılır, o da Anita. Vonnegut’un sisteminin en zayıf yanı da yine kadınlar. Çünkü bu sistemde kadınlara neredeyse yer yok. Yönetim tamamen erken egemenliğini kabul etmiş ve kadınların yeriyse eşlerinin yanı. Kitabın en zayıf yanıysa kadın karakterlerin sistemdeki yerlerini tamamen kabullenip buna gre hareket ediyor olmaları. Anita manipülatif, güzelliği ve cinselliği dışında bir özelliği olmayan bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Çok kısa süreli gördüğümüz diğer tüm kadın karakterler de sistem içindeki yerlerini benimsemiş, hatta kendilerini biçile konumun haklılığını kanıtlarcasına hareket ediyorlar. Yapılan devrimde de yine hiçbir kadın aktif rol almıyor.
Sonuç olarak eksiklerine rağmen okuması eğlenceli bir kitaptı Otomatik Piyano. Vonnegut distopya edebiyatına pek bir yenilik katamamış belki ama bazı klişeleri onun bakış açısıyla yeniden görmek bile güzeldi.
Kayıp Rıhtım Kitap Kulübü'nün sıradaki kitabı Vüsat O. Bener'den Dost Yaşamasız oldu, bir sonraki ay görüşmek üzere.
Kitabı genel anlamda beğendim. Aklımda yer eden noktalar ise kısaca şöyle:
Hikayenin başrolünde sistemi yıkmaya çalışan değil de sadece sistemin dışına çıkmaya çalışan biri olması hoşuma gitti. Proteus’un devrime dahil olması kendi tercihi değil. Adamı hapis tuttular, ilaç verdiler ve öldürmekle tehdit ettiler. O da biraz da pasifliğinin etkisiyle bir şekilde kendini devrimin ön saflarında buldu. Oysa Proteus’un Finnerty tarafından sorgulandığı bölümde görüyoruz ki kendisi sistemin zararlı olduğunu değil, yalnızca manasız ve bir sonuca varamaz olduğunu düşünüyor. Örgüte karşı değil ama onlarla da değil. Ancak Hayalet Gömlek Derneği elini daha çabuk tutuyor ve Proteus’u cebren ve hile ile kendi saflarına katıyor. Devrimin faaliyete geçmesinden sonra kolayca kontrolden çıkması ve tamamen yıkıcı bir hal alması da Hayalet Gömlekçilerin aslında çok da masum olmadığının bir başka kanıtı bence. Bu da beni bir diğer noktaya götürüyor.
Cesur Yeni Dünya’yı bitirdikten sonra aklımda yanıp sönen bir düşünce vardı, Otomatik Piyano’dan sonra tekrar canlandı o ışık: “Bu bir distopya değil ki.” Otomatik Piyano’nun dünyası meritokrasiyle yönetiliyor; yani ülkenin başında en zekiler, yetenekliler, mühendisler var. Bu dünyada işlerin büyük bir kısmını makineler yapıyor ama yapay zeka gelişmediği için kendi başlarına isyan edip insanları köleleştirmek gibi bir olanakları da yok. Kimse aç değil, insanlara uygun oldukları bir iş veriliyor ve ihtiyaç duydukları şeylere de sahip olabiliyorlar -kitapta birkaç yerde vurgulanıyor bu-. Zorla dayatılan bir inanış, bir yaşam şekli de yok. Zira Proteus’un kendine bir çiftlik alıp orada yaşamasını engelleyecek bir mekanizma olmadığını biliyoruz. ‘Artık insanların bir amacı kalmadı.’ gibi uyduruk bir sebebin -daha doğrusu uyduruk olmasından ziyade sistem tarafından dayatılan değil de insanların kendi kendilerine var ettikleri bir sebep-koca bir sistemi distopya kabul etmem için yeterli olduğunu düşünmüyorum. İdeal bir sistem değil belki, ama bana kalırsa şu an içinde yaşadığımız dünyadan çok daha iyi. Zaten başarısız olan devrimin hemen ardından da görüyoruz ki devrimi yapanların hayranlıkla izlediği şey, aslında savaş açtıkları makineler oluyor.
Kitap benim için bir distopya değil belki, ancak iyi bir ütopya eleştirisi olarak değerlendirebilirim galiba. Çünkü Vonnegut’un yarattığı dünya temel özellikleriyle distopyadan çok ütopyayı andırmasına rağmen sistemin bir şekilde ortaya çıkardığı ve engellenemeyen sorunlar olması kitabın esas dayanağını oluşturuyor. Bu açıdan biraz da Le Guin’in Mülksüzler’i geldi aklıma. Orada da aslında anarşist bir ütopya vardı ancak işin için insan girdiğinde hep olduğu gibi insanlar arası çekişmeler, üstü kapalı olsa da hiyerarşik mevkiler, koltuk sevdaları varlığını sürdürüyordu.
Kitaptaki en sevmediğim nokta kadınların sistem içinde konumlandırılma şekli ve bunun kadın karakterler tarafından kabulü oldu. Gerçi romanda tek bir kadın karakter var sayılır, o da Anita. Vonnegut’un sisteminin en zayıf yanı da yine kadınlar. Çünkü bu sistemde kadınlara neredeyse yer yok. Yönetim tamamen erken egemenliğini kabul etmiş ve kadınların yeriyse eşlerinin yanı. Kitabın en zayıf yanıysa kadın karakterlerin sistemdeki yerlerini tamamen kabullenip buna gre hareket ediyor olmaları. Anita manipülatif, güzelliği ve cinselliği dışında bir özelliği olmayan bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Çok kısa süreli gördüğümüz diğer tüm kadın karakterler de sistem içindeki yerlerini benimsemiş, hatta kendilerini biçile konumun haklılığını kanıtlarcasına hareket ediyorlar. Yapılan devrimde de yine hiçbir kadın aktif rol almıyor.
Sonuç olarak eksiklerine rağmen okuması eğlenceli bir kitaptı Otomatik Piyano. Vonnegut distopya edebiyatına pek bir yenilik katamamış belki ama bazı klişeleri onun bakış açısıyla yeniden görmek bile güzeldi.
Kayıp Rıhtım Kitap Kulübü'nün sıradaki kitabı Vüsat O. Bener'den Dost Yaşamasız oldu, bir sonraki ay görüşmek üzere.